..::|_ Türkiye Cumhuriyeti _|::..
ekonomikdurum
Türkiye'nin Ekonomik Durumu
1980’lerin ortalarından itibaren başlayan ve özellikle 1990’larda kontrolden çıkan Türkiye ekonomisinin en önemli sorunlarından birisi, hatta en önemlisi adeta bir uyuşturucu bağımlılığına dönen, devletin iç ve dış borçlanma alışkanlığıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 1998 yılında imzalanmış olan Yakın İzleme Anlaşması’ndan bu yana, IMF, Dünya Bankası ve uluslararası finans sermayesinin yürütücü kurumları olan derecelendirme kuruluşlarının gözetim ve denetimi altında sürdürülen neo-liberal programın doğrudan yönetimi ve tahakkümü altına girmiştir. Bu programın gerçek amacı ülkemizin iktisadi, siyasi ve sosyal yaşamını küresel sermayenin dolayısıyla yeni emperyalizmin ve kapitalizmin stratejik çıkarlarına uygun bir şekilde yeniden biçimlendirmektir.
Özelleştirme ve sürekli dış borçlanmayı bilinçli bir şekilde temel hedef olarak seçen bu ekonomik yaklaşım sonucunda; Türkiye, dış ticaretinde olağanüstü açıklar yaşayan ve üretim olanaklarının da doğrudan doğruya yurtdışından spekülatif sıcak para girişlerine bağımlı hale getirildiği bir ülke durumuna sürüklenmiştir. Türkiye ulusal geliri, dış kaynak girişi olduğunda büyüyen, aksi halde küçülen; sermaye çıkışı durumunda da siyasal iktidarları uluslararası finans sermayesinin kapris ve talimatlarına boyun eğer bir ülke haline getirilmiştir.
Bu politikaların eksiksiz uygulandığı ülkemizde; gerek kamunun gerekse de özel sektörün çılgınca borçlanma süreci devam etmektedir. Devletin borçlanmak zorunda kalmasının nedeni gelirinden fazla harcama yapmasıdır. Devlet, topladığı vergiden fazla harcama yaptığında, bu farkı ya özel kesimden ya da diğer ülkelerden borç alarak karşılamakta ve bu da kamu borç stokunu büyütmektedir. Kamu açıkları ve devletin borçlanması artık kontrolden çıkmıştır.
Bunun sonucunda, yatırımlar daralmış, faiz oranları ve enflasyon yükselmiş, vergi sistemi yıpranmış ve gelir dağılımı bozulmuştur. Ülkemizde devlet özel sektörden yoğun biçimde borçlanmasına rağmen, bu borçlanma, kamu açıklarının kapatılmasına yetmemekte ve cari işlemler hesabı sürekli açık vermektedir. Buna bağlı olarak da dış borçlarımız da sürekli olarak artmaktadır.
Toplam kamu borcu ile özel kesimin dış borcu toplamından oluşan “ülke toplam borç stoku”; 2002 yılındaki 220,5 milyar dolarlık düzeyinden, 2007 yılı sonu itibariyle, yüzde 116,6 oranında (257,1 milyar dolar) artarak, 477,6 milyar dolara tırmanmıştır. Siyasal iktidar tarafından böyle bir borç batağına sokulan Türkiye’nin dış borcu 2007 yılının Mart ayı sonunda 212 milyar 569 milyon dolar iken 2008 yılının mart ayında 262 milyar 934 milyon dolar olmuştur. Bir yılda dış borç artışı 50 milyar dolara ulaşmıştır. Toplam dış borcun 74 milyar doları kamu borcu olup bunun 16 milyar doları Merkez Bankası’na, 172 milyar doları ise özel sektöre aittir. Özel sektörün toplam 172 milyar dolarlık borcunun 60 milyar dolarlık bölümü banka ve finans kesiminin, 112 milyar dolarlık kısmı ise özel şirketlerin borcudur. 2007 yılının Mart ayından geriye 12 aylık dönemde dış borç rakamındaki yükselişin tamamına yakın bölümü özel sektörün borçlarındaki 48,6 milyar dolarlık artıştan kaynaklanmaktadır. Son dönemde, sadece beş buçuk yılda, 82 yılda 58 hükümet döneminde yapılan toplam dış borçtan fazla, tam 280 milyar dolar ek toplam dış borç, Türkiye’nin borç stokuna eklenmiştir. Türkiye’nin toplam dış borcu, bugünkü iktidar döneminde, 5,5 yılda, 220 milyar dolardan, 280 milyar dolar ek borç yapılarak, 500 milyar dolar düzeyine getirilmiştir.
İç borç stoku neredeyse her yıl ikiye katlanmaktadır. Sonuç olarak, iç borçlanmanın getirdiği sorunlar, dış borçlanmaya göre çok daha endişe verici görünmektedir. Özellikle iç borçların faiz oranının yüksekliği ve vadelerinin çok kısa oluşu sorunların ana kaynağı görünümündedir. İç borçlanmada izlenen maksatlı politikalar nedeniyle 2004 yılından bu yana ödenen faiz miktarı 100 milyar doların üzerindedir. Bunun anlamı serbest adı ile dikte ettirilen kur politikalarının aslında serbest olmadığı yani bastırılmış kur politikası bu Devletin kasasından 100 milyar dolar paranın çalınmış olmasıdır. Oysaki iç borçlanma YTL bazında yapılmış olsaydı bu 100 milyar dolar bu Devletin kasasında kalmış olacaktı. Yanlış ve manidar borç yönetimi bu soygunun temelini teşkil etmektedir. Sonuç olarak siyasal iktidar Türkiye’yi, devletiyle milletiyle borca batırmıştır.
Diğer yandan Türkiye, faiz bataklığına saplanmıştır, 2004 yılındaki reel faizler bugün aradan geçen dört yıl sonra hala aynı düzeydedir. Şu anda devletin borçlanma faizi yüzde 22, reel faiz ise yüzde 10’nun üzerindedir. Bu durum neo-liberal politikaların bizi nereye getirdiğini açıkça ortaya koymaktadır. İç borçlanmanın sürdürülmesi artık imkansız görünmektedir. İç borçlanma zaten bozuk olan gelir dağılımını daha da bozmuş, tasarruflar azalmış, ekonomik büyüme durmuştur. 2004 sonrasında doların emtia karşısındaki değer kaybı yüzde 300-400’ler civarındadır. Ekonomik büyümeye yönelik olarak açıklanan rakamlar tümüyle büyük bir yalan ve aldatmacadır.
Hane halkının borçları 2002 yılında 6,5 milyar YTL iken 2008 yılının yedinci ayı itibarıyla 135 milyar YTL’ ye yükselmiştir. Bu borcun 31 milyar YTL’si kredi kartlarına, 80 milyar YTL’si ise tüketici kredilerine karşılık gelmektedir. 150 bin vatandaş yaklaşık 2 milyar YTL tutarında kredi kartı borçlarından kaynaklanan icra işlemi ile karşı karşıya kalmıştır. Aynı dönemde banka bilançoları ile bireysel krediler arasında da anlamlı bir benzerlik vardır. 2002 yılında banka bilançoları toplamı 108 milyar dolar iken 2008 yılının altıncı ayında bilançolar toplamı 500 milyar dolara yükselmiş, aynı şekilde bireysel krediler toplamı ise 4 milyar dolardan 125 milyar dolara ulaşmıştır. Sadece 2007 yılında vatandaşın ödediği faiz toplamı 15 milyar YTL’dir. Halen banka bilançolarındaki krediler toplamı 320 milyar YTL olup, 2008 yılı Mart ayı sonu itibarıyla bu borcun üçte biri bireysel kredilere karşılık gelmektedir. Bireysel kredilerde uygulanan faiz oranları yıllık yüzde 20–25 iken kredi kartlarındaki bu oran yüzde 80-100’lere ulaşmaktadır. Bütün bunların anlamı vatandaşın borç baskısı altında modern bir köle haline getirildiği gerçeğidir.
Bugün bankacılık sektörünün yüzde 50’si yabancı sermayeye ait iken bu oran sigortacılık sektöründe yüzde 70’lerin üzerindedir. Ayrıca bankaların halka açık kısmının yüzde 80’den fazlası yabancı sermayenin elindedir. Sermaye piyasasında ise yabancı sermaye oranı yüzde 70’lerin üzerinde olup para piyasasında bu miktar yüzde 80’ler seviyesindedir.
Uygulanan ekonomi politikaları sonucunda ekonomimizde gözlenen en olumsuz göstergelerden biri de enflasyon oranlarının seyridir. 2004 yılından bugüne kadar düşürülemeyen enflasyon oranları, Mayıs ayında tekrar iki haneli rakamlara çıkarak, ciddi bir tehdit haline gelmiştir. Enflasyon yıllık bazda 13 ay aradan sonra yüzde 10,74’e tırmanmış, Hükümet ve Merkez Bankası yüzde 4’lük enflasyon hedefini rafa kaldırıp, revizyona gitmek zorunda kalmışlardır. Yüksek ve düşük gelir grubuna hitap eden ikili enflasyon yapısı yüksek gelir grubunun kazançlarına kazanç katarken, düşük gelir grubunda ise daha da yoksullaşmaya neden olmuştur. Çünkü yüksek gelir grubunun tüketim alışkanlıklarında ithal ürünler başı çekerken, düşük gelir grubu tüketim alışkanlıklarında ise temel tüketim maddeleri önceliği almaktadır. Düşük gelirliler yüzde 40’ları aşan enflasyonun altında ezilirken, bastırılmış kur politikası yüzünden yüksek gelirliler kazançlı bir duruma gelmişlerdir. Yani uygulanan maksatlı ekonomi politikaları sonucunda enflasyon ejderhası yoksulları daha fazla yemeye başlamıştır.
Sürekli yurtdışından borçlanarak finanse edilmeye çalışılan ve Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’nin yüzde 7’sine yaklaşan iktisadi yaşamdaki dış açık (cari işlemler açığı) neredeyse 50 milyar doları aşmıştır. “Şirketler ve finansal sermayenin küreselleşmesi” olarak tanımlanan bu yaşanan süreçte uluslararası piyasalardan mali kaynak sağlanamadığında cari açığın artık finanse edilemeyeceği bir duruma gelinmiştir.
Osmanlı Devleti’nin çöküşünü başlatan 1838 tarihli Balta Limanı Anlaşması’nın bir benzeri, hatta daha da ağırı Kasım 1995’de imzalanıp 1 Ocak 1996’da yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşmanın adı, Gümrük Birliği Anlaşması’dır. Koalisyon Hükümeti tarafından imzalanan bu anlaşma ile Türkiye, AB’nin 15 üyesine karşı tüm gümrük duvarlarını indirmiştir. Gümrük Birliği Türkiye’yi Avrupa’nın açık pazarı haline getirmiştir. Gümrük Birliği’nin Türkiye’de yarattığı olumsuz tablo, Türkiye’nin sadece ekonomik olarak değil; siyasi, hukuki ve bürokratik anlamda tek yanlı olarak Avrupa Birliği’ne bağlanmasına yol açmıştır. Gümrük Birliği Anlaşması’nı Birliğe tam üye olmadan kabul eden tek üye olan Türkiye gerçekte egemenliğini önemli ölçüde Brüksel’e devretmiştir.
Ekonomik anlamda çok sıkıntılı bir dönemin içine girilmiştir. Siyasal iktidar her şeyi normal göstermeye halkımızı hayali rakamlarla, bir gecede yükselen GSMH’larla kandırmayı ve avutmayı tercih etmektedir. Cari açıktan, iç borç stoğundan ve reel sektör borçlarından hiç bahsetmemektedir. Maalesef yaşadığımız bu sahtelik ve içinde bulunduğumuz oyun mutlu sonla bitmeyecek gibi gözükmektedir. Ülke ekonomisinin gidişatından kaygı duyan iktisatçılar ve ekonomik çevreler sürekli olarak “kriz fırtınası geliyor, hazır olun” diye haykırarak uyarılar yapmaktadır.
Ekonomi Politikamız
HEPAR iktidarında; Türkiye, ekonomisinin denetimini tekrar kendi eline alacaktır. Kamu yönetimi ve kamu maliyesi disiplinini bozan kamu kaynaklarının farklı kurumlarca kullanımına son verilecektir. Ülke ekonomisini uluslararası sermayenin spekülatif nitelikli başıboş kararlarının tahakkümünden kurtarıp, kendi toplumsal gereksinimlerine göre düzenleyecektir.
Hak ve Eşitlik partisinin uygulayacağı ekonomi politikalar aşağıdaki temel ilkeler üzerine kurulu olacaktır:
1) Her türlü ekonomi politikanın tespitinde sadece vatandaşların çıkarı esas alınacaktır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları doğrudan veya dolaylı olarak ve hiçbir nedenle hiçbir kişi, kurum veya kuruluşa ezdirilmeyecektir.
2) Türkiye Cumhuriyeti Devletinin imkânları ile hiçbir kişi, kurum veya kuruluşa menfaat ve/veya imtiyaz sağlanmayacaktır; verilmiş imtiyazlar behemehal geri alınacak, “lisans ticaretine” son verilecektir.
3) Türkiye Cumhuriyeti Devleti uluslararası kurum ve kuruluşların “mali hegemonyasından” derhal kurtarılacaktır; Hazinenin dış borçları ödenerek tasfiye edilecek, Devlet suni olarak sokulduğu aciz ve güçsüz ve hatta çaresiz görüntüsünden behemehal çıkarılacaktır.
4) Kamu maliyesinde savurganlık önlenecek; gerek merkezi ve gerekse yerel yönetimler bu ilke çerçevesinde denetlenecek ve örgütlenecektir. Son yıllarda çeşitli vesilelerle Bütçe dışına çıkartılarak TBMM’nin denetimi dışına alınan her türlü kamusal ekonomik faaliyet, yasal düzenlemeler yapılarak derhal denetim altına alınacak, savurganlığa son verilecektir. Bütçe disiplini mutlaka sağlanacaktır.
5) Uluslararası ekonomik ilişkiler mütekabiliyet ilkesi üzerine kurulacaktır.
6) HEPAR toplumcu ve bireysel üretici sermayenin yan yana geldiği karma iktisadi düzeni savunur. Stratejik alanlarda karma ekonomi, ekonomik ve sosyal kalkınmanın ve sanayinin temeli olarak görülmektedir.
7) Tüketim ekonomisinden üretim ekonomisine geçilecek, dış ticarette ithalatçı ülke olmaktan ihracatçı ülke olmaya dönüşüm sağlanacaktır.
İşsizlik ve istihdam sorununu çözebilecek, üreten ve büyük bir ekonomi, sürdürülebilir ve yüksek büyüme oranı, yüksek GSMH, denk bütçe, yüksek dış ticaret fazlası, düşük enflasyon, eşit gelir dağılımı, düşük faiz oranı, sosyal devletin gereklerini yerine getirebilmek için zengin, iç ve dış borçlarını ödemiş, iktisaden güçlü bir devlet partimizin temel iktisadi hedefleridir.
Çeşitli adlar ve amaçlar iddiasıyla çalışan kesimden toplanan veya yapılan kesintilerin amaçları dışında kullanımı önlenecektir.
Vadesi gelen devlet iç borç senetleri, uzun vadeli, enflasyonu taban alan getirilere tabi senetlerle değiştirilecek ve faiz gelirleri etkili bir biçimde vergilendirilecektir. İç ve dış borçlar yeniden yapılandırıldıktan sonra IMF programına gerek kalmayacağından ekonomide tam bağımsızlık için bu programa son verilecektir. AB ile imzalanan Gümrük Birliği, Dünya Ticaret Örgütü ile yapılan ve diğer uluslararası ticaret anlaşmaları tekrar gözden geçirilerek ülke ekonomisine zarar veren hükümlere karşı zorunlu tüm önlemler alınacaktır.
İlgili tüm tarafların (Devlet ve Özel Sektör) katılımıyla milli bir iktisat politikası oluşturularak derhal uygulamaya konulacaktır. Vergi tabanı yaygınlaştırılarak, vergi gelirleri artırılacaktır. Sermaye gelirlerinin vergi gelirleri içindeki payını yükseltecek önlemler alınacaktır. Kısa vadeli yabancı sermaye giriş ve çıkışları denetim altına alınarak üretim ekonomisine yönlendirilmesi sağlanacaktır. Her türlü sermaye hareketinden doğan kazanç vergilendirilecektir. Vergi adaletini gözeten ve herkesten mali gücüne, servetine ve gelirine göre vergi alınması ilkesine uygun bir vergi reformu gerçekleştirilecektir.
Halkımızın parasını hortumlayan ve yurtdışına kaçıran kişilerin yurtiçi ve dışındaki tüm mal varlıklarına el konulacak ve görülen zarar eksiksiz tazmin edilecektir. İçi boşaltılan banka ve kurumların sorumluları hakkında, gerekli caydırıcı cezaların verilebilmesi için mali suçlarla ilgili cezalar ağırlaştırılacaktır.
Finansal piyasaların büyümesi ve derinleşmesi, finansal kurumların sağlıklı bir yapılanma içinde güçlenmesi sağlanacaktır. Kamu ihtisas bankaları asli görevlerini yapacak şekilde yeniden yapılandırılacaktır. İstikrarlı bir ekonomik büyümenin ve kalkınmanın sağlanmasında finansal tasarrufların artırılması ve verimli kullanılması için önlemler alınacaktır.
Hak ve Eşitlik Partisi iktidarında içeriden desteklenen küresel saldırı kararlı bir şekilde durdurulacak, ülke ve ulus küreselleşmenin tüm olumsuz etkilerinden korunarak halkımız esenliğe kavuşturulacaktır.
ÖZELLEŞTİRME
Özelleştirme, sosyal devleti yok etmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Özelleştirmeyi meşru kılacak tek neden “toplumun ortak yararı” dır. Bu ortak yararın da üç koşulu vardır: zarardan kurtulmak, daha ileri bir teknolojiye geçmek ve ekonomik gücü halka yaymak.
Eğer zarar eden değil de kar eden bir kuruluş özelleştirilmek isteniyorsa; daha ileri bir üretim sistemine geçmek söz konusu değilse; ekonomik güç halka değil de iç ya da dış bazı odakların eline geçecekse; özelleştirmede “toplumun ortak yararı” bulunduğundan elbetteki söz edilemez.
Toplumun ortak yararının gerektirdiği yerde özelleştirme, ortak yararın gerektirdiği durumlarda yeni kamu girişimleri oluşturulacaktır. Yeni sağlanan istihdam olanaklarında özelleştirme mağdurlarına öncelik tanınacaktır.
Kaynak: http://piskoblog.blogcu.com/